Kafi Delildir Aşk!

Ahmet Ümit

Ankara'dan ayrılırken yanımdaki koltuk hala boştu. Doğrusu bu durumun hoşuma gitmediğini söylemeyeceğim. Siz de hak verirsiniz ki tanımadığınız biriyle yanyana oturarak saatlerce yolculuk yapmak pek de hoş bir durum değildir. Ancak keyfim uzun sürmedi. Otobüsümüz Gölbaşı'na gelince durdu. Bizim boş koltuğun sahibi de ortaya çıkıverdi. Oldukça yaşlı biriydi. Otobüse binerken gençten bir adam ona yardım ediyordu. Koridorda ilerleyerek bana yaklaştı. Genç adamın işaretiyle, yaşlı adama yol verdim, o da pencere kenarındaki koltuğuna kendini bırakıverdi. Genç adam, "Hoşça kal dede," dedikten sonra kulağıma eğilerek, "Biraz rahatsız ona yardımcı olur musunuz?" diye rica edince çaresiz, kabul ettim.

Otobüsümüz yeniden yola koyulunca, yaşlı adam hiçbir şey söylemeden bir süre dışarıda kakıp giden bozkırı izledi. Sonra sanki aniden anımsamış gibi bana dönerek,

"Merhaba delikanlı," dedi titrek bir sesle "Yolculuk nereye?"

"Antep'e," dedim. İlk kez ona dikkatle bakıyordum. Ve onda ilgimi çeken şey yüzündeki keder oldu. Ağarmış saçları, alnındaki derin çizgiler, feri kaçmış kül rengi gözleri, sanki yaşlanmanın doğal bir sonucu değil de, derin kederini daha iyi vurgulamak için yerleşmişlerdi yüzüne. O da bir an beni süzdükten sonra,

"Niye gidiyorsun Antep'e?" diye yeniden sordu.

Savcı gibi böyle sorular sorması canımı sıktı ama ayıp olmasın diye yanıtladım.

"Yeğenimin nikahı var da."

Kül rengi gözlerinden bir ışık geçti.

"Düğün ha!" diye mırıldandı. "Görücü usulüyle mi evleniyor yoksa sevda mı?"

Daha fazla soru sormamasını umarak,

"Görücü usulüyle," diyerek kestirip attım.

Başını sallayarak, kendi kendine gülümsedi. Ben, artık kurtuldum, diye düşünürken, yeniden söze başladı.

"Görücü usulüyle evlenmek iyidir. Arada sevda filan olsaydı kötüydü."

Yaşlı adamın, sorularından sonra şimdi de Don Juan misali kendinden emin bir tavırla aşk üzerine atıp tutması beni sinirlendirdi.

"Bu konuları çok iyi biliyorsunuz galiba?" diye alaycı bir tavırla sordum.

Alay ettiğimi anlamadı, gözlerine tatlı bir özlem çöktü.
"Eh, biraz bilirim," dedi.
"Başından çok merak geçmiş anlaşılan," dedim alaycılığımı sürdürerek.

Yüzü ciddileşti. Sonunda alay ettiğimi anladı, şimdi bana kızacak, diye düşündüm ama sandığım gibi olmadı.

"Bu işin macerası olmaz," dedi yaralı bir ses tonuyla. é hakiki sevda tektir. Sonuna kadar da tek kalır."

"Yapma be dede, insanın gönlü o kadar dar mı?" dedim.
"İnsanın gönlü geniştir geniş olmasına ama sevda kuşu nazlıdır, öyle her önüne çıkan dala konmaz. Her önüne çıkan dala konana bizde başka ad verirler."

Bu konuda anlaşamayacağız," diyerek konuyu kapatmak istedim ama yapamadım. Yaşlı adamın yüzündeki keder mi desem, sesindeki tını mı bir şey bana engel oldu. Bu ihtiyarın sıkı bir hikayesi olduğunu sezinlemeye başladım.

"Kusura bakma dede, ama sormadan edemeyeceğim, sen hiç sevdalandın mı?"

Hiçbir şey söylemeden öylece yüzüme baktı sonra derinden bir iç geçirerek,

"Oldum ya," dedi. "Sevdaya düşmemiş adam, adam mıdır?"

"Bak şimdi olmadı dede," diye güldüm. "Az önce sevda kötüdür diyordun, şimdi de sevdaya düşmemiş adam, adam mıdır, diyorsun."

O da gülmeye başladı.

"İkisi de doğru," dedi. "Sana hikayemi anlatırsam, daha iyi anlarsın."

O zaman bütün bu girizgahı hikayesini anlatmak için yaptığını anladım. Ama artık yol arkadaşımdan şikayetçi değildim, pür dikkat anlatacaklarını dinliyordum.

"Ben, iki çocuklu bir ailenin büyük oğluydum. Babam, Antep'teki bedestende kuyumculuk yapardı. O zamanlar bizim mahallede yahudi bir aile yaşıyordu. Dinlerimiz ayrıydı ama iyi komşuyduk. Onların Florid adında bir de kızları vardı. Çocukluğum bu kızla birlikte geçti. Bazen onların bahçelerinde, bazen bizim evin damında oynardık. Ama Florid biraz serpilince, annesi benimle oynamasına izin vermemeye başladı. Artık onu yalnızca pencere kafeslerinin arkasında görebiliyordum. İçimi tuhaf bir duygu kaplamıştı. Bu duygunun bir arkadaşa duyulan hasret olduğunu sanıyordum. Derken bizim askerlik de geldi çattı. Askerde Florid'in yokluğunu daha çok hissetmeye başladım. Ve bunun öyle kolay kolay bitmeyecek bir sevda olduğunu anladım. Anlamasına anladım ama o bir Yahudi kızıydı, ben ise Müslüman. Bırakın evlenmeyi, birlikte görülmemiz bile normal karşılanmazdı. Ben askerde böyle tasa içinde kıvranırken kötü haber geldi. Florid kendisinden yaşlı, kumaş tüccarı Yasef'le nikahlanmıştı. Florid'in ailesi pek varlıklı değildi, kızın yüklü bir drahoması yoktu. Yasef yaşlıydı ama zengindi. Florid'in kıymetini bilirdi. Haberi duyar duymaz zaten zor geçen askerliğim tam bir cehenneme dönüştü. Ne söyleneni anlıyordum, ne
emredileni yapıyordum. Komutanlarım uyardılar beni, azarladılar, sövdüler, dövdüler; hayır, hiçbir şey kar etmiyordu. Kısa sürede adımız deli askere çıktı. Neyse lafı uzatmayalım. İyi kötü askerlik böyle geçti. Bu arada ben de, Florid'i unutmaya karar verdim.

Askerden dönünce de babam artık iyice yaşlandığı için kuyumcu dükkanının başına geçtim. Evden işe işten eve gidip geliyorum. Rastlantı bu ya, bir gün sokakta Florid'le karşılaştık. Sıcacık gülümsedi bana. Yüreğimi bir çarpıntıdır. Ama Florid'e hiçbir şey söylemedim, gülümseyemedim bile.
Florid geçti gitti yanımdan. Kederle girdim eve. Ertesi gün zor kalktım yataktan, canım işe gitmek istemiyordu. Yine de dükkana gittim, çalışmaya başladım ama nasıl çalıştığımı, ne yaptığımı ben de bilmiyorum. Öğleye doğru bir de baktım ki Florid karşımda. Menevişi bol, ela gözleri tatlı tatlı beni süzmekte. Gözler anlaşırsa dil susar derler. Biz de fazla konuşmadık. Florid bana burmalı bir bilezik ısmarladı. Bileziğin bahane olduğunu biliyordum.

"Bir hafta sonra hazır," dedim.
O gözlerini yüzümden almadan,
"Bir hafta sonra bileziği bizim eve getir," dedi.

Onlarda ne olacağını biliyordum. "Evime getir," lafını ezber ede ede, gece gündüz çalışarak beş günde bitirdim bileziği. İşi gören kuyumcu arkadaşların ağzı açık kaldı.

"Böylesi Saba Melikesi Belkıs'ın hazinesinde bile yoktur," diyerek, gıpta ettiler bana.

Bileziği sedef bir kutuya koyarak, vardım kumaş tüccarı Yasef'in evine. Kapıyı Florid açtı. Yüzünde aynı tatlı, davetkar gülümseyiş. Evde başka kimsecikleri de yok. Sonrası... Sonrası tahmin edersin.

Ama Antep küçük yer. Üstelik her yerde olduğu gibi burada da dedikoduya meraklı. Kısa sürede Yasef'in kulağına gitmiş bizim aşk. Yasef olgun adam. Oturup düşünmüş, karısı genç, güzel, kendisi yaşlı, üstelik karısını sevmekte ki deliler gibi. En iyisi bu kentten kaçıp gitmek. Akşam Florid'e demiş,

"Ben bu kentten bıktım. Şam'da akrabalarım var, onların yanına taşınalım."

Ertesi gün Florid benim dükkana geldi. Olanı biteni anlattıktan sonra güzel gözlerini yüzüme dikerek,

"Benimle evlen. Yasef'i bırakıp, burada kalayım," dedi.

Ne diyeceğimi bilemedim, Florid'le evlenmeye kalksam, millet beni kınayacak; kadın hem gavur, hem dul. Bıraksam gidecek...

Ben böyle kıvranırken, Yasef erken davrandı, karısını aldığı gibi tuttu Şam'ın yolunu.

Herkes, "kurtuldun," diyor. Bir de bana sor. Gün günden daha zor geliyor. Aklımı kaçıracağım her köşe başında, her kapının önünde onu görüyorum, kulaklarımda onun sesi çınlıyor. Florid'siz yaşamaya ancak bir yıl dayanabildim. Anamın yalvarıp yakarmalarına aldırmadan, dükkanı küçük kardeşime teslim edip, yanıma da yüklüce bir para alarak ben de tuttum Şam'ın yolunu.

Şam'da Yasef'in dükkanını bulmak zor olmadı. Bu zengin yahudiyi tanımayan yok. Yasef'i gizlice izleyerek evini öğrendim. Ertesi gün sabah erkenden evin önünde beklemeye başladım. Yasef dükkanına gidince, eve yaklaşmaya başlamıştım ki, esmer bir delikanlının benden önce kapıyı çaldığını gördüm. Birkaç saat sonra çıktı evden. O gidince ben yaklaştım eve. Çaldım kapıyı. Florid beni görünce şaşırdı ama hiç sevinmişe benzemiyordu.

"Niye geldin?" diye sordu azarlar gibi.
"Sensiz olmuyor," dedim, üzüntüyle.
"Çok geç," dedi umursamaz bir tavırla, "ben seni unuttum."

Sanki başımdan aşağı kaynar sular dökülmüştü.

"Konuşalım," dedim.
"Konuşacak bir şey yok," dedi.

Baktım ısrar etmek faydasız, kaldığım hana geri döndüm. Sabaha kadar düşündüm. Ona hak verdim. Ben çok geç kalmıştım.

Ortalık ışıyınca çıktım handan. Şam'da ne kadar çiçekçi varsa hepsini dolaştım, cebimde ne kadar para varsa hepsine çiçek aldım. Aldığım çiçekleri, üç at arabasına yükledim. Vardım Florid'in kapısına. Sabah serinliğinde mis gibi kokan çiçekleri sevdiğim kadının evinin önüne yıktım, sonra ayrıldım oradan."

Yaşlı adamın öyküsü çok etkilemişti beni,

"Bravo dede," diye heyecanla söylendim. "Bu yaptığın çok güzel bir şey."

Yol arkadaşıma artık başka gözlerle bakıyordum. Benim için bir tür Anadolu bilgesi olup çıkmıştı. Bu arada otobüsümüz ilk molasını vermek üzere bir dinlenme tesisinde durdu. Birlikte indik. O tuvaletteyken, bizim otobüsümüzün muavini yaklaştı yanıma.

"Gene ne anlatıyor Ayvaz Dede?" diye sordu.

"Adı Ayvaz mı?" diye sorusuna soruyla karşılık verdim. "Onu tanıyor musun?"

"Abi, onu Antep'teki bütün otobüs şöförleri, muavinleri tanır.""Nasıl yani?"

"Ayvaz Dede biraz sıkıntılıdır. Memlekette en fazla bir ay kalabilir, sonra kendini yolculuklara vurur."

"Tuhaf," diye mırıldandım. "Neden böyle yapıyor?"

"Abi, bu Ayvaz Dede, gençken bir yahudi karısını sevmiş. Kadın evliymiş. Kocası durumu çakınca, Ayvaz'dan kurtulmak için evini Şam'a taşımış. Bizimki bırakır mı peşlerini. Haydi o da Şam'a. Ama kadın yüz vermemiş bizimkine. Ayvaz Dede'nin gururu kırılmış tabii. Çektiği gibi kasaturasını bir güzel şişlemiş hem kadını, hem kocasını."

Şaşırmıştım, Ayvaz Dede'nin anlattığı hikayenin sonuna hiç benzemiyordu bu.

"Sonra?" diye sordum meraklı muavine.

"Sonrası, kendi de iflah olmamış. Anlaşılan kadını gerçekten seviyormuş. Kafayı yemiş. Antep'te duramaz olmuş. Kendinden mi, öldürdüğü kadının hayaletinden mi bilinmez kaçmaya başlamış."

Muavine başka bir şey soramadım. Ne diyeceğimi bilemiyordum. Az sonra Ayvaz Dede geldi yanıma. Ona da hiçbir şey sormadım. Açık bir çay ısmarladım.

"Sağolasın evlat," dedi.

Çayını içerken onu izledim. Bu yaşlı adam hiç de katile benzemiyordu ancak çok dikkatli bakarsanız, sevdiği kadını öldürdükten sonra, ellerinin kanını gözyaşlarıyla yıkamaya çalışan bir adamın çaresizliğini görebilirdiniz onun kederli yüzünde.

E dergisinin verdiği Öykü '99 kitabından.